Proje: David Lodge

18. hafta: Beckett ve aporia

Bu da nedir diyenler için şurada bir açıklama var.

Aslen Yunanca bir kelime olan aporia, “yolu olmayan yol/çıkmaz yol” manasına geliyor. Klasik yazı sanatında ise yazarın bir durumun gerçekliği hakkında düştüğü şüpheyi anlatmak için kullanılan bir terim. Meşhur “olmak ya da olmamak” ifadesinin retorikteki aporianın en önemli örneklerinden biri olduğunu söylesem eminim hiçbiriniz şaşırmazsınız. Aporia aynı zamanda kurgu edebiyatta yazarların okuyucularını merakta bırakmak için çok sık kullandıkları bir yöntem. Genellikle de “aposiopesis” yani üç noktayla sonlanan yarım kalmış cümlelerle birlikte iyi bir ikili olduklarına inanılıyor. Bu metoda sık başvuran isimlerden biri Joseph Conrad. Projede de yer alan Heart of Darkness‘a sıra geldiğinde romanın aporia+aposiopesis kullanımına dair örnekler içerdiğini de göreceğiz ve bunu hiç yadırgamayacağız. O zamana kadar hakkında konuşmaktan bıkmadığım Fransız Teğmenin Kadını ve onun artık sizin için de meşhur olmuş, ailemizin sahnesi John Fowles-Charles karşılaşma anıyla idare edelim. Trende karşı karşıya oturdukları Charles’ı izleyen Fowles, hikâyenin geleceğinin ne olacağını bilememektedir ve bunu okuyucuyu şu şekilde meraklandırarak dile getirir: “Now the question I am asking, as I stare at Charles is… What the devil am I going to do with you?”

Mevzu Samuel Beckett olunca sadece ilk kez 1952 yılında L’Innommable ismiyle yayımlanan Adlandırılamayan değil, son dönem çalışmalarının çoğundaki aporianın tamamen kendine özgü olduğunu gönül rahatlığı ile iddia edebiliriz. Aynı zamanda bir bilinç akışı romanı olan Adlandırılamayan, Joyce’un Ulysses‘i gibi bu türün önemli örneklerinden de çok farklı bir noktada yer alır. Ulysses‘te Dublin’in ışıkları, sesleri, kokusu, insanlarının telaşı ve dahası karakterlerin düşünceleri, anıları vardır. Oysa Adlandırılamayan‘da elimizdeki tek şey bir anlatıcıdır. Bu kişi bir olay ya da hikâye anlatmaz. Kafasındakileri bizimle olduğu gibi paylaşır. Arada susar, sessizleşir. Yaşadığı zamanı ya da evrendeki yerini bile anlayamadığımız bu anlatıcının söylediklerinde kesinlik yoktur. Sınırları görünmeyen bir belirsizliğin ya da karanlık bir boşluğun içinde oturan kahraman, zaman zaman yazarın diğer romanlarındaki bazı karakterleri görmektedir. Bu karakterler anlatıcımızın çevresinde dolaşıyor olabilirler. Öte yandan anlatıcımızın onların çevresinde dolaşıyor olması da ihtimal dahilindedir. Kahramanımız gözlerinin açık olduğunu düşünmektedir. Çünkü gözyaşları durdurulamaz bir şekilde tam da o gözlerden akmaktadır.

Sizce bu gizemli anlatıcı nerededir? Cehennemde olabilir, bir huzurevinde olabilir, bir akıl hastanesinde olabilir ya da belki de insanlıkla ilgili söyleyecek hiçbir şeyi kalmamış bir yazarın kafasının içindedir. Peki bu durumların hepsi de doğru olamaz mı? Anlatıcının nerede olduğundan emin olamasak da Adlandırılamayan‘ın Roland Barthes’ın “zero degree of writing” dediği noktada bulunduğundan şüphe duymuyoruz. İnsanoğlunun karmaşık sorunlarının süslemelerden kaçınılarak okuyucuya sunulduğu ve yazarının telafisi olmayan bir dürüstlük içerisinde olduğu roman, bu özellikleri ile edebiyatı mağlup etmeyi başarıyor.

Adlandırılamayan‘ın anlatımında bir ilerlemeden ziyade çoğalma var. Söylenenden hemen sonra kurulan cümle önce geleni hükümsüz kılıyor. Yani sanki önce bir adım ileri gidiyor daha sonra ise geri geliyor gibiyiz. Zıt ifadeler “ama”, “fakat”, “öte yandan” gibi bağlaçlarla değil sadece virgülle birbirlerinden ayrılıyorlar.

“I seem to speak, it is not I, about me, it is not about me” cümlesi ile “konuşan ben” ile “konuşturulan ben”in birbirinden farklı olabileceğini vurguluyan Beckett, uzun yıllardır süregelen kurgusal otobiyografideki hümanist geleneğe de karşı çıkıyor ve dahası bu cümleden birkaç satır sonra en güzel aporia örneklerinden birini aporianın bizzat kendisini kullanarak şu şekilde veriyor: “What am I to do, what shall I do, what should I do, in my situation, how proceed? By aporia pure and simple? […] I should mention before going any further, any further on, that I say aporia without knowing what it means.”

David Lodge’a göre “There must be other shifts. Otherwise it would be quite hopeless. But it is quite hopeless” gibi kasvetli bir karamsarlık ve katı yürekli bir güvensizlik içeren cümlelere sahip bu romanla ilgili en olağanüstü durum kitabı okuduğunuzda onu komik ve etkileyici bulmanız. İnsan ruhunun her şeye rağmen devam edebilmesinde ve varlığını sürdürebilmesinde sizce de ironik bir yan yok mu? Ya da Adlandırılamayan‘ın ünlü sonuyla şöyle mi demeliyim: “you must go on, I can’t go on, I’ll go on”.

[Bu yazıda kullanılan Samuel Beckett fotoğraflarının telif hakları fotoğrafları çeken fotoğrafçılara aittir. Güzelonlu’da bilgilendirme amacıyla kullanılmıştır.]
Previous Post Next Post

Bir de bu yazilar var

Bir yorum

  • Reply Yiğen 22/11/2010 at 08:14

    “Now the question I am asking, as I stare at Charles is… What the devil am I going to do with you?”
    Ne Charles ne Fowles ne de Beckett, sanırım bu cümleden sonra gelecek isim Yoda olurdu benim için. Hiç olmadı daha güncel ve magazinsel bir gazete kapağı sayfası yapsam hemen şimdi “Yiğeeeeen” ile cümlelerini bitiren Ramiz Dayi’yı bu tarzın son neferleri içinde literatürde yerini aldığını belirtmeyi bir borç bilirim.
    Saygılar

  • Yorum yazın