Bu da nedir diyenler için şurada bir açıklama var.
Vay…İki gün arayla iki yazı. İşte buna güç, performans ve kapasite denir ki benim hedeflerimin bunlar olduğunu da çoğunuz zaten biliyorsunuz. Dickens’ın Bleak House‘unu bitiremeyeceğimi düşündüğünüz anlar olduğunun farkındayım ama gördüğünüz üzere başardım. Onu yendim, işte o kadar. Bleak House, düşündüğünüz kadar sıkıcı bir kitap değil sadece Dickens’ın mutlak iyi ve mutlak kötülerden oluşan elli küsur ana karakterinin başına gelenleri okurken bu romanı yazmasındaki amacının ne olabileceğini zaman zaman sorguluyorsunuz. Bu sorgulamanın arkasında da favori sinsi ve hain kahramanımı öldürmesi (kim olduğunu söylemiyorum) yok, dedikodu çıkartmayın.
İlginç gelebilir belki ama dikkatli düşünürseniz hak vereceksiniz: Kurgu düzyazılarda herhangi bir durumu, duyguyu ya da olayı hava durumuyla özdeşleştirmeye on sekizinci yüzyılın sonlarına kadar rastlanmaz. Bunun istisnası büyük bir fırtına sonucu gemimizin alabora olmasıdır. Oysa romantizmin ortaya çıkması ve doğanın hem görsel sanatlarda hem de şiirlerde bol bol yer almaya başlamasının ardından romancılar da dış dünyadaki doğa olaylarının bizlerde uyandırdığı hisleri sorgulamaya başladılar.
Daha sonraki günlerde hava durumu, John Ruskin’in pathetic fallacy gibi olumsuz bir isimle andığı etkinin tetikleyicilerinden biri oldu. Ruskin, insani duyguların insan dışı varlıklara mal edilmesini yanlış buluyordu ve bunu “All violent feelings… produce in us a falseness in our impressions of external things, which I would generally characterize as pathetic fallacy” olarak açıklıyordu. Oysa bu durumu Ruskin’den seneler sonra edebi arenada değerlendirecek olursak o kadar da büyük bir olumsuzlukla karşı karşıya olmadığımız sonucunu çıkartabiliriz.
Biraz önce de belirttiğim gibi hava durumunun kurgu edebiyata ilk girişi 19. yüzyılda oldu. Bu yüzden de bu haftanın iki kitabının Emma (1816) ve Bleak House (Kasvetli Ev – 1853) çok da şaşırtıcı bir durum değil. Emma’da salak kahramanımız (karaktere olan sempatimden ilk hafta bahsetmiştim) Emma’nın tüm duyguları hava şartlarıyla desteklenmektedir. Örneğin, salağımız sonunda Mr Knightley’e aşık olduğunu anlar ve bunun hemen ardından da adamı kendi elleriyle Harriet’in kucağına attığını fark eder. Emma’nın hayatının bu en berbat gününde birden gök gürültülü yağmur yağmaya başlar. “Hava olayların kasvetine kasvet katmaktadır.” (Ruskin’in kulakları çınlasın). Oysa ertesi gün Mr Knightley Emma’ya evlilik teklif etmek üzere geldiğinde güneş de yeniden gökyüzündeki yerini alıverir.
Dickens’ın Bleak House‘unda ise durum biraz daha farklı. Bu romanda hava, insanların ruh hallerini anlatmak için değil, içinde bulunduğumuz durumun berbatlığını daha iyi anlayabilmemiz ve romanın atmosferine girebilmemiz için destekleyici bir güç olarak kullanılmış. Britanya İmparatorluğu’nun başkenti gri, kirli, yağışlı ve pistir. Dahası bu yağışlar ve sisin getirdiği karanlık ve kasvetli hava sanki hiç yok olmayacak gibidir ve sizi var gücüyle içine çekmektedir. Tıpkı senelerdir süren ve bürokrasinin engelleri yüzünden bir türlü sonuca bağlanamayan, yıllarca da sonuçlanamayacak gibi görünen, romanın tüm kahramanlarının öyle veya böyle bulaşmak zorunda kaldığı Jarndyce Jarndyce’e karşı davası gibi. Tüm roman boyunca Londra’nın bu sıkıntılı havası bizimle birliktedir.
Havalar modern kurguda da sık sık yardımına başvurulan bir kaynak. Farklı bir örnek olacak ama söylemeden geçemeyeceğim. Dün Lodge’ın makalesini okumamın ardından Lumet klasiği 12 Angry Men‘i bir kere daha izledim. Filmi izlerken bütün o sıcaklar, aniden bastıran yağmur biraz daha anlamlı geldi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bilmek isterim.
Gelecek hafta Samuel Beckett ile aporia konusunu işleyeceğiz. Yazının o kadar güzel, o kadar güzel olmasını istiyorum ki bunu nasıl başaracağım hiç ama hiç bilemiyorum. Çok sevmek bazen çok zor olabiliyor. Bana şans dileyin.