Bu da nedir diyenler için şurada bir açıklama var.
David Lodge ve The Art of Fiction projemi bırakmamın/ara vermemin ana sebebi İngiliz yazarlar okumaktan sıkılmamdı. Fakat geçen sürede onların yerine daha iyilerini koyamadığımı fark ettim. Özellikle bu yaz okuduğum tüm romanların Hollywood yıldızlarının başrol oynadığı filmlerinin çekildiğini görünce yanlış yolda olduğuma kesinlikle emin olup David Lodgecığıma geri dönmeye karar verdim. Bu kararı vermemin üzerinden aylar geçti. Fakat ancak bu akşam Charlotte Brontë ve onun ilk kez bu proje için okuduğum romanı Villette ile geri dönüşümü kutlayabiliyorum.
Konuya geçmeden önce Brontë kardeÅŸler ile ilgili itiraflarımı da dinleyin lütfen: Açıkçası kız kardeÅŸlerle aram pek iyi deÄŸildir. Niyetim kötülemek deÄŸil ama yazdıkları hiçbir ÅŸeyin “bana göre olmadığını” söyleyerek durumu geçiÅŸtirebilirim belki. Bu durumun görebildiÄŸim iki sebebi var. Birincisi karakterlerde kurguyla doÄŸru ÅŸekilde beslenemediÄŸine inandığım ve katlanamadığım bir kabalığın olması. Ä°kincisi ise bunu nasıl baÅŸardıklarını bilmiyorum ama Brontë’lerin romanlarını okurken bazen neler olup bittiÄŸini hiç anlamıyorum. Daha doÄŸrusu ben bambaÅŸka bir ÅŸey oluyormuÅŸ zannederken sayfalar geçtikten sonra okuduÄŸum her cümleden yanlış bir anlam çıkardığımı fark ediyorum. Bu kadar açık bir dil kullanıp her seferinde bana bunu yapmayı nasıl baÅŸardıkları yaÅŸamımdaki büyük gizemlerden biri.
David Lodge’ın “Defamiliarization” diye baÅŸlık attığı makalesini ilk gördüğümde bu gizemin çözüleceÄŸine inandım ama yanılmışım. Defamiliarization, Rusça ostranenie kelimesinin karşılığı. Bizde bir karşılığı var mıdır diye sözlüğe sordum: “Alışkanlıkları kırmak” dedi. Ostranenie kelimesini ortaya ilk kez Rus biçimciler atmış. Kısaca diyorlar ki: Bizler dış dünyada olanları bir süre sonra kanıksar ve onları farklı ÅŸekilde görememeye baÅŸlarız. Edebi eserler (özellikle de ÅŸiir) bu kanıksamamızı kendine özgü yapısı ve diliyle kırar ve alıştıklarımızı farklı ÅŸekilde görmemizi saÄŸlar. Bu konuyla ilgili 1917 yılında Victor Shlovsky’nin yayınlandığı makalede örnek olarak Tolstoy’un okuyucunun alışkanlığını kırdığı bir paragraf verilmiÅŸ. Bu paragrafta Tolstoy, klasik bir operada sahne üzerinde olanları, operanın ne olduÄŸu hakkında fikri olmayan birinin aÄŸzından anlatmış. Böylece opera izleyicisi de olan okurlarının çoktan kabullendikleri bir konuya farklı bir açıdan bakmış olmuÅŸ.
Tolstoy bu iÅŸi nerede yapmış hatırlamadım ama Villette‘te de çok benzer bir sahne var. Kahramanımız Lucy Snowe para kazanmak için Avrupa’nın sayılı baÅŸkentlerinden biri olan Villette’e (Brüksel) geliyor. Burada bir kızlar okulunda çalışmaya baÅŸlıyor. Derken günlerden bir gün bir resim sergisine gidiyor. Daha önce resim sergisi gezmemiÅŸ Lucy büyük bir tablo ile karşılaşıyor ve Brontë bu tabloyu bize Lucy’nin gözlerinden tasvir ediyor. Bu eser klasik dönem bir kadın betimlemesi ve devrine ait akımın tüm özellikleri taşıyor. Bu yüzden görsel sanatlarla biraz ilgili bir okur bu resime ait tüm detayları alışkanlıkla kabullenecek ve sorgulamayacaktır. Oysa Lucy, tabloyu öyle bir anlatıyor ki okurun aklına birden Rönesans’ın tüm kendine özgü yanlarına “Neden?” sorusunu yöneltmek geliyor (“kadın neden çıplak?”, “neden insan boyutlarından çok daha büyük çizilmiÅŸ?”, “neden bazı nesneler saÄŸa sola dağılmış?”).
Her ne kadar içimde yazarının alışkanlıkları kırmak gibi bir planı olmadığına dair çok güçlü hisler olsa da Charlotte Brontë, güçlü feminist öğeler taşıdığı kabul edilen Villette‘inde bu iÅŸi David Lodge’ın ilgisini çekecek kadar iyi yapmayı baÅŸarmış.
Böylece bu haftayı tamamlayıp elecek haftaya yelken açıyoruz. Yeni konumuz ve yazarımız bu sefer sürpriz olsun. Çünkü henüz ben de bilmiyorum.
[1] FotoÄŸraflar ÅŸuradan ve ÅŸuradan. Telif hakları fotoÄŸraflara çekenlere aittir. Güzelonlu’da sadece bilgilendirme amacıyla kullanılmıştır.
Hiç yorum yok