Kitaplar, Proje: David Lodge

5. hafta: Ishiguro ve güvenilmez anlatıcı

Bu da nedir diyenler için şurada bir açıklama var.

The Art of Fiction‘ın sağladığı yararlardan biri de yaşamımın geçmiş dönemindeki şaşkınlıklarımı ve hatalarımı birer birer düzeltmeme olanak sağlaması oldu. İzin verirseniz bu haftaya şu cümleyle başlamak istiyorum: Kazuo Ishiguro‘yu severim ve çalışmalarını takip ederim. Benim Ishiguro hakkındaki en büyük ikilemim ise Günden Kalanlar hakkındaydı. Booker Ödülü de aldığını bildiğim ve yazarın başyapıtı kabul edilen bu romanın ne diğer romanlarından farkını ne de esere verilen bu değeri anlayamıyordum. Dahası 1990’larda çekilmiş ve övgüler almış (benim bir türlü izleyemediğim) film versiyonunda Emma Thompson ve Anthony Hopkins’in hangi rolleri canlandırdığı ve bu rollerin nasıl başrol kabul edildiğini de algılayamıyordum. (Bu arada ileride bir gün bana “doksanların klasiklerine bir örnek verir misiniz?” diye sorarlarsa cevabımın “Emma Thompson bütün İngiliz romanlarının film uyarlamalarında katiyetle başrol oynamalı görüşü” olacağına eminim)

Lafı fazla uzatmayacağım. David Lodge’ın “The Unreliable Narrator” makalesindeki örnek paragrafı okuduğumda aniden benim Günden Kalanlar’ı hiç okumadığımı ve senelerdir Günden Kalanlar zannettiğim kitabın Çocukluğumu Ararken olduğunu fark ettim. Bunca zamandır kitapla ilgili tüm düşüncelerim aslında başka bir esere aitti. Bu kadar şaşkınlığın neye delalet olduğunun yorumunu size bırakıyorum. Bunun bir tedavisi mutlaka olmalı! Araştıracağım.

read

Böyle olunca en yakındaki kitabevine gidip romanı satın aldım ve okudum. Şimdi size büyük bir sır vereceğim: The Remains of the Day gerçekten çok başarılı romanmış. Yazarın Stevens karakterini büyük bir incelik, özen ve dikkatle oluşturduğu fikrim sayfalar ilerledikçe daha da pekişti ve sonlara doğru Ishiguro’nun bu eserde yaptıklarına duyduğum saygı büyük boyutlara ulaştı. Büyük farkındasızlığın romanında olaylara Stevens’ın bakış açısı ile yaklaşmak güzel bir tecrübeydi. Doğru bir benzetme olmadığının farkındayım ancak Stevens zaman zaman bende David Brent‘in de oluşturduğu gerginliğe sebep oldu. Onun bir şeyleri anlamasını, onun doğru adımı atmasını, onun yaşananların manasını kavramasını gönülden diledim (Hiçbir zaman bu dileğimin gerçekleşmeyeceğini bile bile).

Romanın bende bıraktığı etki o kadar yoğun oldu ki ilk kez Lodge’ın makalesinde işlediği konuyu “yeterince” iyi değerlendiremediğini bile düşündüm. Hatta çirkefçe ileri gidip Ishiguro’nun bu kitapla Booker’ı aldığı sene adaylardan biri acaba Lodge mıydı fikrini ortaya attım. Fakat sonunda Ishiguro’ya bu ödülü veren jürinin başındaki ismin Lodge olduğunu öğrenip utançla içime kapandım.

 

Ancak şu günlerde ne anlama geldiğini kavrayabildiğim sahne

Ancak şu günlerde ne anlama geldiğini kavrayabildiğim bir sahne

The Remains of the Day, güvenilmez bir anlatıcı tarafından sizlerle paylaşılan çok ince bir öykü. Kurgunun doğası gereği bir anlatıcı her zaman yanlış şeyleri anlatamaz, yalan söyleyemez. Çünkü bunu sürekli yaptığında söylediklerinin bütünü okuyucunun gerçeği haline gelir. Güvenilmez bir anlatıcı yaratabilmek, yani onun nerede bir şeyler gizlediğini/algılayamadığını/farklı anlattığını okuyucunun fark edebilmesini sağlamak ancak yazarın ustalığı olabilir. The Remains of the Day, anlatıcısı bir kere bile aşktan bahsetmemesine rağmen içinde büyük bir aşk hikâyesini barındırıyor. Mr Stevens’ın kimi zaman fark etmediği, kimi zaman kendi prensipleri içinde kaybolduğundan göremediği, kimi zaman ise ısrarla tersinin olduğunu iddia ettiği olayların nasıl gerçekleştiği okuyucu tarafından açık bir şekilde anlaşıyor. Son sözüm: Ben, Bahar Malik, bu kitabı yanlış anlaşılmaların ardından sonunda okuyabilmiş olduğum için çok memnunum.

Haftaya William Makepeace Thackeray’nin Vanity Fair‘iyle “Sürpriz” konusu vardı. Fakat, bu hafta içinde olan üzücü bir gelişme sebebiyle planlarımda ufak bir değişiklik yaptım. Gelecek hafta J. D. Salinger okuyacağım. The Catcher In the Rye‘ın üstünden bu sefer de “Teenage Skaz” konusuna eğilmek için geçmeyi ve kendimce yazarı küçük bir şekilde de olsa anmayı planlıyorum. Belki siz de katılmak istersiniz.

[Kullanılan ekran görüntüsünün telif hakları yayıncı kuruluşlara aittir. Güzelonlu’da bilgilendirme amaçlı kullanılmıştır.]
Previous Post Next Post

Bir de bu yazilar var

3 Yorum

  • Reply alperen kahraman 07/02/2010 at 18:50

    “Kurgunun doğası gereği bir anlatıcı her zaman yanlış şeyleri anlatamaz, yalan söyleyemez. Çünkü bunu sürekli yaptığında söylediklerinin bütünü okuyucunun gerçeği haline gelir. Güvenilmez bir anlatıcı yaratabilmek, yani onun nerede bir şeyler gizlediğini/algılayamadığını/farklı anlattığını okuyucunun fark edebilmesini sağlamak ancak yazarın ustalığı olabilir.”

    Vay.. Acayipmiş bu.

    Demek ki ya saf insanların ya da usta yazarların yalanını yakalayabiliyoruz.. Bunu aklımda tutacağım..

    Kitabı da en kısa zamanda okuyacağım.

    Teşekkürler.

  • Reply Bahar Malik 08/02/2010 at 06:53

    Ne demek. Esas ben ilginiz için teşekkür ederim.

  • Reply baran 10/02/2010 at 15:31

    katkı daveti üzerine salinger yazısını beklesem daha yerinde olacaktı ama unutkan biri olduğum için aklıma gelenleri hemen yazayım istedim.

    yazarların ölümleri ve öldükleri gerçeğiyle kurduğum ilişki üzerine kafamda üç çeşitleme var (çoğaltabilirim ama çoğaltmayacağım). birinci çeşitlemenin bu blog’un yazarına ve takipçilerine tanıdık geleceğini düşünüyorum (güvenimin müsebbibi yazı artık arşivde olmasa da…):
    ilk çeşitleme, oldukça yaşlandığını bildiğiniz ve günü gelince öldüğü haberini almanın kaçınılmazlığının farkında olduğunuz yazarların bir gün gerçekleşen ölümü (isim vermeden gönderme yapma cool’luğu). güncel de bir örnek vereyim kendimden, mesela berger’in hayatta ve seksen beş yaşında falan olduğunu hatırlamak ve bir gün ölüm haberiyle karşılaşmaya çekinmek; gerçi berger’e yüzü geçmeyi ve beni bile gömmeyi yakıştırmıyor da değilim.

    ikinci çeşitleme diyeceğimse, tek ortak saniye için bile olsa, yer küreye aynı anda ayak basmışlığımız ya da güneş ışınlarından aynı anda nasiplenmişliğimiz olmayan, yani ben doğmadan (az ya da çok önce) ölen ama sanki daha önce sık sık karşılaşmışız hatta ara sıra da karşılaşacakmışız hissi verenlerin aslında çoktan öldüklerini hatırlamak şeklinde tanımlanabilir; buna sayısız örnek verilebileceği için hiç vermemek en iyisi.

    en ilginciyse üçüncüsü: sanki paralel bir evrenden gelen ölüm haberleri. “öldü” dedikleri zaman, belki bir saniyeden kısa bir süre için ve biraz saçma olsa da, “bunca kişi öldü dediğine göre gerçekten öyle biri varmış, hatta ölmüş” diye düşündürtenlerin ölüm haberleri. salinger’ın ölümü benim için elbette üçüncü çeşitlemeye giriyor ve onun ölümü bana bu üçüncü çeşitlemeye giren bir başka ölümü hatırlattı: blanchot’nun daha 2003’de ölmesi, üstelik de ölüm mefhumunu o derece yazısının merkezine yerleştirmiş bir yazarın doksan beş civarı bir yaşta ölmesi, daha doğrusu doksan beşine kadar kendi halinde, köşesinde yaşamış olması aklıma geldi. gerçi, blanchot’ya ya da salinger’a gerçek değilmişler muamelesi yapıyorum ama bir taraftan da, basılan ya da basılacak kitaplarına dair orada burada anlatıp durdukları birbirine eklenince kitapları bu anlattıklarına anca önsöz olan yazarlar blanchot ya da salinger gibilerin yanında karikatür gibi kalıyorlar.

  • Yorum yazın