24 Aralık 2006
1993 bilemedin 1994 senesinde benim de yaşadığım kasabadaki bazı insanlar ufak bir değişim fark ettiler.
Artık gerçek bir kitabevi müşterisi olabilmenin bedeli ufak bir yokuşu tırmanmak idi sadece. Raflarında -sadece- kitapların bulunduğu ve o kitapların nefes alabildiği bir yerdi burası. Hafif bunalımlı, biraz tribal fakat iyi niyetli olduğu her halinden belli sahibesi, o zamana kadar gidilen ve ilk göz ağrısı olan, aslına bakacak olursanız her zaman da öyle kalacak kitapçı beyefendi kadar güleryüzlü olmasa da, bu kitabevinin o kasabaya, hadi fazla büyütmeyelim, bazı kasabalılara kazandırdığı vizyon ve genişleme duygusunu yadsımamakta fayda var. Bu kitabevi o zamanlar ilk gençliklerini yaşamakta olan insanların yeni yazar ve kitapları keşfetmeleri için eşsiz bir mekandı. İstedikleri bir kitabı okuyabilmek için güleryüzlü beyefendinin oğlunun baba mesleğini geliştirmek için uğraştığı Beyoğlu’ndaki dükkanından ısmarlanan kitaplarını 3 hafta süreyle beklemek zorunda kalmamaları bu gençler için büyük bir yenilikti, mesela (Meselaya ama = Yine de ufak bir itiraf yapmak gerekirse aynı gençler yıllar sonra Beyoğlu’nda artık bir marka olmuş ve hatta bir kısım gazete tarafından Türkiye’nin en iyi kitabevi seçilmeyi başarmış oğul’un kitabevine her girdiğinde hayatlarında çok fazla hissetmedikleri buruklukla karışık o memnuniyeti duyumsarlar). Her şeye rağmen kasabada kitapsal anlamda devrim yapmış olan ufak ve de yeni mekana dönmekte fayda var. Çünkü anlatacaklarımın gerisi tamamen bu ufacık yer sayesinde oldu. Bu yeni mekana gidip gelmeye başlayan gençler gel zaman git zaman içerisinde tezgahların yan tarafında bulunan masada devasa boyutlarda bir dergi ile karşılaşırlar. Kimse onu anlamadığı için bu dükkanı açmış olan ve de saçlarının kıvırcık olmasından gayrı fiziki hiçbir detayı hatırlanamayan sahibe tam da o günlerde müşterilerinin de onu anlamadığına inanıp fena halde içerlemektedir. Sahibenin bu değişken ruh durumlarını fazla sallamayan gençler ise dergiye dikkat kesilmişlerdir, hele bir de dergiyi meşhur bir yayınevinin kitaplarını tanıtmak amacı ile bedava olarak dağıttığını öğrendiklerinde keyifleri iyice yerine gelir. Her biri birer dergi alıp çıkarken içlerinden bir tanesi derginin kapağının güzelliğinden etkilenip iki tane alarak ortamı terk eder. Dergilerden birisini okumak ve saklamak için diğerini ise odasına asacağı poster imalatında kullanmak için almıştır. Dergiyi okuyup fena halde beğenen bu gencimiz o dergi sayesinde çok sonraları “çok severim” diyeceği yazarlarla tanışır. Derginin eline aldığı kısıtlı miktardaki sayısından çok etkilenir. Bu güzel günler çabuk geçer, önce derginin boyutları küçülür, sonra parayla satılmaya başlar tam buna da şükür diyecekken tribal bünyeli sahibe aylık depresyonlarından birinden kurtulamaz ve dükkanının kapısına kilit vurur.
Kitabevini ve dergiyi aynı anda kaybeden gencimiz biraz afallar ama hayatına devam eder. Deniz kenarındaki gazeteciyle daha önce başka bir dergiyi getirmesi için sonuçsuz bir mücadaleye girdiği için bu dergiyi getirtmek için uğraşmaz. Yine de bu hikaye burada bitmez, aksine yeni açılımlarla devam eder. Gencimiz dergide okuduğu kitap tanıtımlarından birinde yeni bir yazar ile tanışır. Bu isim Richard Brautigan’dır ve kitap Karpuz Şekerinde’dir. Karpuz Şekerinde ergen bünyede tarif edilemez etkiler bırakır. Mesela ilk defa bir yazarın naif olmasında hiçbir sakınca olmadığını fark eder ve ilk defa bir kitabı yazarının yerine kendisinin yazmış olmasını yürekten ister. Emin olmamakla beraber zannediyorum ki Karpuz Şekerinde’yi bu kadar sevmesinin bir sebebi de o dönemlerde kendisinin de Brautigan kadar naif olmasıdır ve yine düşünüyorum da Brautigan’ı hala sevmekte olan bu neredeyse eski gencin şu andaki sevgisinin bir sebebi de bir gün yine o naifliğe dönebileceğine inanmasıdır.
Bu gencimiz için kitaplara ulaşmak, kasabasını terk ettikten sonra o kadar da zor olmamaya başlar. O dönemlerde Brautigan’ın Türkçe’ye çevrilmiş/çevrilmemiş bütün kitaplarını toparlar, okur ve şunu itiraf etmekte fayda var ki Brautigan ile birlikte anılan dönemdaşları bu gencimiz için o kadar da büyük bir anlam ifade etmezken ve okuma alışkanlığı çok başka yönlere kaymışken Brautigan o özel ve de güzel pozisyonunu korumaya devam eder.
Siz sevgili buraya kadar okumuş okuyucuların da böyle hissettiği oldu mu bilemiyorum ama bazen bazı kelimeler olmadıkları halde çift anlamlıymış gibi gelir insana. Mesela “naif”, mesela “güzel” ve eğer dilimizin dışında bir örnek verecek olursak mesela “lovely”. Naif bazen safsalak manasında kullanılamayacak kadar güzeldir, güzel bazen kraliçelere yakıştırılamayacak kadar naiftir ve insan bazen hem güzel hem naif biriyle karşılaştığından içinden şöyle geçer: “so lovely”. İşte bu gencimiz için Brautigan bütün bunlardan birazdır. Naif, güzel, so lovely.
Şimdi nereden çıktı bütün bu kelamlar diyenlere sıradaki cümlemiz gelsin. Bugünkü yazımızın özneliğini boş zamanlarında boşlukta çiçek yetiştirerek değerlendiren Brautigan Efendi ile paylaşan gencimiz çok uzun bir aradan sonra gidip Brautigan’ın Türkçe’de basılmış olan bir kitabını -Sombrero’yu- aldı, uzun süredir Türkçe okumadığı bu yazarı kendi dilinde okumaktan ne kadar keyif aldığını bir kere daha hatırladı ve meşhur bir düşünürden araklayacak olursak tıpkı ekşi bir elmayı yerken ya da yıllanmış bir şarabı içerken hissettiklerini bir kere daha hissetti. Bu genç eskisi, Brautigan’ı özlemişti hepsi bu. Tuhaf mı geldi? Tuhaf değil mi? [Ya da şöyle mi demeliydim: Messy isn’t it?]
Hiç yorum yok