Bu yazıya nasıl başlayacağımı bilmiyorum. Oysa anlatacak çok şeyim var. Galiba daldan dala atlayan bir yazı olmasından korkuyorum. Ama korkum bir şeye engel olamaz, bunun da farkındayım. İsterseniz her şeyin nasıl başladığını anlatarak başlayayım. Bir şeylere başladığımız anların anıları hep güzeldir ne de olsa.
Sanat üstüne
Christian Krohg ile yaşadığım fırtınalı ilişkinin kısa tarihi
Åžubat 2015: Ä°nternet’te Christian Krohg’un “Albertine Polis Doktorunun Muayenehanesinde” isimli tablosuyla karşılaÅŸtım. Kısa bir araÅŸtırma sonrası adını ilk kez duyduÄŸumu zannettiÄŸim ressamın aynı zamanda bir yazar olduÄŸunu ve yaÅŸadığı dönemin ÅŸartları yüzünden hayat kadını olmak zorunda kalan bir kadının öyküsünü anlattığı Albertine isimli bir roman yazdığını öğrendim. Bu roman bende müthiÅŸ bir heyecan yarattı. Mutlaka okumam gerektiÄŸine karar verdim. Krohg’un Albertine temasına sahip diÄŸer tablolarını inceledim. Biraz zaman geçince bu kitabı neden “mutlaka” okumam gerektiÄŸini sorgulamaya baÅŸladım. Biraz daha zaman geçince okumam gereken o kadar kitap varken Albertine sipariÅŸimi enikonu yersiz buldum. En sonunda Albertine ve Krohg aklımdan çıktı.
Nisan 2015: Christian Krohg’u hiç düşünmedim.
Haziran 2015: Christian Krohg’u hiç düşünmedim.
Bu ara Danimarka sanatıyla biraz fazla içli dışlıyım. Bu içli dışlılığımın Güzelonlu’ya yazı olarak yansıyacağının farkındaydım, ancak nasıl bir yansıma olacağını tahmin edemiyordum. Neyse ki bugün bir gizem daha aydınlığa kavuÅŸtu ve uzun süredir kendimden beklediÄŸim Danimarka sanatı yazısını yazıyorum.
Danimarka tarihin hiçbir döneminde sanat merkezi ol(a)mamış bir ülke olmasına rağmen, olamamış diğer ülkeler arasında en şanslılarından biri. 18. ve özellikle 19. yüzyılda zenginleşen ülkelerde, sanatın farklı dönemlerinin etkisini yavaş yavaş (hatta fazlasıyla yavaş) görürüz. Oysa Danimarka sistemli bir çalışmayla 50-60 sene içerisinde bu gelişimi tamamlayıp 19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde günün akımlarını yakalayabilmiş. Bunda gerekli kaynaklara ulaşabilecek kadar zengin, haritada o kaynaklara yakın ve o kaynakların ne olduğunu fark edecek ve onlara değer verecek kadar ilgili olmalarının katkısı olduğunu düşünüyorum.
Hiçbir bilimsel ölçümlemeye dayanmayan bir tezim var: Bana kalırsa dünyanın en sevilen ressamı bundan 125 yılı önce yeryüzüne veda etmiş olan Vincent Van Gogh. Bu tezimi bilimsel olarak ispatlayamamam anılarımla destekleyemeyeceğim manasına gelmiyor elbette ki.
Geçen yıl, uçak biletini alma gafletinde bulunduktan sonra tüm Avrupa’nın tatil olduÄŸu günlerde Amsterdam’a gideceÄŸimi fark etmiÅŸtim. Öyle ki otellerin (ve diÄŸer kalınacak yerlerin) doluluk oranı %98’di. En sonunda kalacak yer bulabildiÄŸim günleri Amsterdam’da geçirip gezimi ülkenin diÄŸer ÅŸehirlerinde tamamlamaya karar verdim. Müzeler bölgesinde tam da Van Gogh Müzesi’nin karşısında adı ne tesadüftür ki “Van Gogh” olan bir otelde yer ayırtabildim. Van Gogh Müzesi’ni tekrar gezmek ilgimi çekmiyordu. Ancak müzede pek sevdiÄŸim bir ressam olan Félix Vallotton’un sergisi vardı ve iÅŸte o sergiye çok ama çok gidesim vardı. Van Gogh Müzesi’nin kapısında sabah yediden itibaren oluÅŸan inanılmaz sırayı gördüğümde gözlerim yerinden oynadı. Saat onda açılan mekan için ziyaretçilerin bu hırsı inanılmazdı. Orada kaldığım sürede gün boyunca sokaklarca sıra oldu (önceden alınmış biletler için bile) ve bu sıra bir an olsun azalmadı. Bir akÅŸam, müzenin kapanmasına yarım saat kadar bir zaman kalmışken, sonsuza uzayan sıraya baktım ve “sanırım dünyanın en sevilen ressamı Van Gogh” dedim. (Tezimin ispatı olan “iÅŸte o anı” budur!)
AÅŸağıda resimlerini göreceÄŸiniz Jeanne Lemer/Lemaire olarak da tanınan kadının bilinen ismi Jeanne Duval. On dokuzuncu yüzyıl Paris’inin önemli figürlerinden biri. Kendisi Haitili bir dansçı ve aktris. Duval’in ünlü olmasının en önemli sebebi ise Charles Baudelaire’in ilham perisi ve metresi olması. Yazılanlara göre çiftin iliÅŸkisi yirmi seneden uzun sürmüş. Baudelaire, Duval’e “Vénus Noire” (Siyah Venüs) ve “gözde metresim” diye sesleniyormuÅŸ.
Duval ile ilgili çok fazla bilgi yok. Olanlar ise çoÄŸunlukla Fransızca. Ä°ÅŸte bu yüzden size Google Translate’in Fransızca-Ä°ngilizce çevirisinden sıkılmadığım süre boyunca okuduklarımı anlatacağım (yani kısa bir yazı olacak). Yukarıdaki iki karakalem çalışma da Baudelaire’e ait. Åžairin metresine Siyah Venüs diye isim takmasından, çizdiÄŸi resimlerinden ve Nadar‘ın Duval’in oynadığı bir vodvilden sonra aldığı notlardan anladığım kadarıyla kendisi bildiÄŸimiz siyahi bir insanmış. Nadar notlarında ayrıca dansçının büyük göğüslerinden de uzun uzun bahsetmiÅŸ. Duval’in göğüs boyutlarının bu yazının konusuyla bir ilgisi olmadığından biz bu ayrıntıyı es geçebiliriz.