Londra dememin üzerinden çok zaman geçti. Size Londra’da gördüğüm bazı eserleri anlatacağımı söylememin üzerinden de çok zaman geçti. Åžu anda bu sözü verirken neleri anlatmayı planladığımı hatırlamıyorum. Açıkçası anlatmak istediÄŸim baÅŸka konular da var. Bir Emil Nolde gerçeÄŸi var mesela. Emil Nolde’den bahsetmeyi çok istiyorum. Pierre Bonnard’ın düşündüğüm gibi bir kiÅŸi çıkmamasıyla ilgili uzunca bir hayal kırıklığı yazısı da yazabilirim. Beraber birkaç müze dedikodusu yapabileceÄŸimize inanıyorum. Bir de en çok Cy Twombly’nin güllerinden bahsetmek istiyorum. Ama ne zaman Güzelonlu’ya bu konularda yazabileceÄŸimi düşünsem 1. vaktim olmadığı için yazamıyorum. 2. Her yerde ilan ettiÄŸim Londra yazısı ne olacak diye kendi kendimi yiyorum. O yüzden en iyisi ben bu Londra yazısını yazayım, aradan çıksın. DiÄŸerlerini gene de yazmadığımda “vaktim yok” diye aÄŸlarım.
Bir önceki yazıda Londra’nın sokaklarından, bahçelerinden, evlerinden bahsetmiÅŸtim. Bu sefer de planladığım her ÅŸeyi görmek için neredeyse ortadan ikiye bölündüğüm sanat eserlerinden bahsedeceÄŸim. Londra’ya vardığımda aklıma ilk gelen “madem ki yalnızım neden gidip Fragonard görmüyorum?” oldu. Tahmin edebileceÄŸiniz üzere ben Fragonard’ı sebepsizce (kendime göre sebeplerim var ama anlatmam) seviyorum ve yine tahmin edebileceÄŸiniz üzere bu sevgime yakın çevremce bir anlam verilemiyor. Geçenlerde bir arkadaşım tatilden arayıp “Bahar burada Fragonard evi varmış, Bahar kesin gitmiÅŸtir dedim eheh” dedi. Birincisi orası parfümeri markası olan Fragonard’ın evi ve ikincisi evet gittim! Neyse sonuçta Salıncak’ı görmek için Wallace Koleksiyonu’na kuzeyden sinsice yaklaÅŸtım. Koleksiyon düşündüğüm kadar kalabalık deÄŸildi. Birazcık Velazquezlerini, biraz da Halslarını inceledim. Corot’nun Macbeth’in üç cadısını çizdiÄŸi tabloyu eni konu beÄŸendim ve sonunda Fragonard odasına girdim. “Ah Fragonard, seni gidi ÅŸuursuz” diyerek sevgimi gösterdim ve Wallace Koleksiyonu’ndan ayrıldım çünkü çok iÅŸim vardı.
Ä°kinci durağım Londra Ulusal Galerisi oldu. Ulusal Galeri’den sadece planladığım eserleri görüp çok hızlı çıkamayacağımı biliyordum. O yüzden en baÅŸtan dolaÅŸmaya baÅŸladım. Alman Rönesans sanatçıları salonunda çok vakit geçirdim, tüm Goya’ları inceledim, Aynadaki Venüs’ün karşısında dünyanın en tatlı insanlarından biriyle tanıştım, gidip bu insanla bir ÅŸeyler içtim, sonra geri dönüp ÅŸu Zurbaran’ın önünde kalakaldım.
Ben bu ölüdoğanın önündeyken sanki tüm İspanyol salonu, yani o devasa boyuttaki diğer Zurbaranlar, Velazquezler, Murillolar, Ribaltalar küçüldü küçüldü küçüldü, yok oldu. Ben bu ölüdoğa ile başbaşa kaldım. Salondan ayrılırken aklıma Felix Vallotton geldi. Elbette ki kendisi yukarıdaki gibi bir metaforu kaçırmayacak kadar Nahid Sırrı karakteri bir insandı.
Hollanda odalarında Hendrick Avercamp vardı. Tüm detayları inceledim ve Avercamp beni gene hayal kırıklığına uÄŸratmadı. Ne demiÅŸ atalarımız “What doesn’t kill you, makes you weird in a dutch golden age painting.”
“Ulusal Galeri’den çıkabildin mi?” diye soracaksınız. Hayır çıkamadım. Çünkü oraya esas gitme amacım bir diÄŸer çok sevdiÄŸim ressam Georges Seurat’nın çok sevdiÄŸim Asnières’de Yıkananlar tablosunu görmekti ve o tabloyu görmeden binadan çıkmaya niyetim yoktu! Ä°ÅŸte o kadar. Arada Manet Bey’leri de es geçmedim. Julian Barnes’ın Ä°mparator Maximilian’ın Ä°nfaz EdiliÅŸi tabloları (birden fazlalar) ile ilgili çok iyi bir karşılaÅŸtırma makalesi var. O günlerde makaleyi yeni okumuÅŸ bir insan olarak Ulusal Galeri’nin Maximilian’ını yakından incelemek hoÅŸuma gitti.
Ve Seurat. Son günlerde Seurat ile ilgili çok fazla okuyorum. MuhteÅŸem bir sanatçı, eserlerine hayranlık duyuyorum ve eÄŸer 31 yaşında bilinmez bir sebepten ölmese nerelere ulaşırmış çok merak ediyorum. Seurat hayatıyla ilgili de ser verip sır vermeyen bir insanmış. Hadi gene iyisin Seurat, beni bu özelliÄŸinle bile tavladın. Griselda Pollock “I have a strong suspicion that Seurat was probably an extremely uninteresting person” (“Seurat’nın büyük olasılıkla son derece ilginç olmayan bir insan olduÄŸundan şüpheleniyorum”) demiÅŸ ki buna tepkim sadece “nereden biliyorsun?” olabilir. Adam kendini o kadar iyi saklamış ki (niye öldüğünü bile bilmiyoruz) biri bana Seurat ile ilgili fikrimi sorsa sadece “an extremely unknown person” (“son derece bilinmez bir insan”) diyebilirdim. Öte yandan ünlü sanat tarihçisi ve küratör Françoise Cachin, sanatçı ile ilgili “Very very strange. He was indeed a very strange man” (“Çok çok tuhaf… doÄŸrusu çok tuhaf bir adammış”) diye yorum yapmış. Haha, ah Seurat :)
Ulusal Galeri’den çıkışta ÅŸipÅŸak Ulusal Portre Galerisi’ne girip Lucian Freud’un Yataktaki Kız’ını gördüm. Daha önce görmediÄŸim bir portreydi ve yakından incelemek istiyordum. O gece Queen’s Gallery’deki otoportreler sergisine gitmezsem çok piÅŸman olacağıma dair güçlü bir inanç yüreÄŸime çöktü. Hemen plan dosyamı (plan dosyası bile yaptım, seni öyle çok seviyorum ki Londra) açıp bir iÅŸi baÅŸka bir yere, öteki iÅŸi baÅŸka bir yere kaydırdım, öyle yaptım böyle yaptım, bir öğle vakti Queen’s Gallery’e gittim. Ä°yi ki de gittim. Otoportreler sergisi düşündüğümden daha ilginçti ve iyi hazırlanmıştı. Hem Artemisia Gentileschi‘nin bu otoportresini baÅŸka türlü nasıl görebilirdim ki? Bu otoportrede Artemisia’nın boyadan kirlenmiÅŸ elleri daha önce dikkatimi çekmemiÅŸti. Oysa ne güzeller.
Tüm bu koÅŸturma içinde metroya her giriÅŸ-çıkışımda Emma Hamilton’ın güzel yüzü bana göz kırpıyordu. Size hikayeyi baÅŸtan anlatmalıyım aslında. Tumblr’da yıllardır severek takip ettiÄŸim bir hesap var ve bu hesabın en büyük takıntılarından biri Emma Hamilton. Londra’da “Emma Hamilton: Cazibe ve Şöhret” sergisi açılınca tahmin edebileceÄŸiniz üzere kendinden geçti ve sabah akÅŸam sergi hakkında yazılar yayımlamaya baÅŸladı. Tutkulu insanları severim, bu hesabı da uzaktan seviyorum. Ama yazdığı her yazıda serginin benim için olmadığına biraz daha karar vermiÅŸtim. O yüzden Londra’ya gelirken ne yapmayacağımı biliyordum: Bu sergiye gitmek. Fakat metroya giriyorum Emma, çıkıyorum Emma. Sanki ilanın saÄŸ üst köşesindeki “Son haftalar” uyarısı benim için yazılmış. Yoksa dayanamıyor muyum? Ama Greenwich’te. Åžimdi oraya mı gideceÄŸim? Hem de ben, iki sokak öteye giderken beÅŸ kere kaybolan insan. Derken bir baktım Greenwich’teyim ve bir baktım sergideyim.
Sergi tahmin ettiÄŸim üzere benim için hazırlanmamıştı. Emma’nın hayatı enteresan ama daha çok üzücü. Fakat ben zaten tüm ayrıntılarını demin bahsettiÄŸim hesapta okumuÅŸtum. Sergiyi gezerken bir an “Ah Emmacığım (gereksiz bir samimiyet),  keÅŸke daha iyi ressamlarla tanışabilseydin de onların ilham perisi olabilseydin, bu portrelerde yazık olmuÅŸ güzelliÄŸine” dedim. Sonra kendime “Evet Bahar, kadının hayatındaki tek sorun modellik yaptığı ressamların baÅŸarısızlığı zaten” diye kızdım. Emma Hamilton’ın hayatını merak ediyorsanız ÅŸuradan okuyabilirsiniz: Şurası
Ve böylece yazının ancak yarısına geldik. Hem çok yoruldum hem de daha anlatacak çok fazla ÅŸeyim var. Biliyorum siz de yoruldunuz. Londra’daki tabloların gerisine baÅŸka bir yazıda devam edelim. Bu sefer söz vermeyeyim ama ederiz bence. Tamam söz veriyorum, bu yazının gerisini de yazacağım. O zamana kadar esen kalın.
Hiç yorum yok