Fotoğraf çektim, Sanat üstüne, Seyahat

Londra’da sokak sanatı

Bu yaz birkaç günü Londra’da geçireceğim ortaya çıkınca hem sevindim hem üzüldüm. Sevindim çünkü o şehirde yapacak binlerce şey bulabilirim. Üzüldüm çünkü kısıtlı vaktim vardı. Klasikleşmiş ziyaretlerimin bir kısmından vazgeçemediğimden geriye kalan az zamanda neler yapabileceğimi araştırdım ve sonunda alternatif Londra sokak sanatı turuna katılmaya karar verdim.

Tercihimin çok da rastgele olmadığını size itiraf etmek zorundayım. Uzun süredir “sokak sanatı” konusunda yeterli bilgimin ve ilgimin olmadığını düşünüp duruyordum. Dahası yeni gelen sanat akımlarına kapısını kapatmış, eskiye sıkı sıkıya bağlı o muhafazakar sanatseverlerden biri olmak büyük korkumdur. Sokak sanatına bu şekilde mi yaklaşıyorum şüphelerim o kadar yoğunlaşmıştı ki kendimi konuya eğilmek zorunda hissediyordum.

Normalde konuyla ilgili kitap taramaları yapar, bu kitapları edinir ve gecelerimi okumaya ve değerlendirmeye ayırırdım. Ardından Internet’i köşe bucak kurcalardım. Ama bu seferlik “modern zamanlar”da olmanın avantajından yararlanmak istedim.

Tura katılan tek insan olduğum şüphesiyle Liverpool Street’teki beyaz keçi heykelinin altına gittiğimde çok şaşırdım. Çünkü değişik milletlerden (Fransa, Güney Afrika, ABD ve hatta İngiltere) yaklaşık 30 kişilik bir topluluktuk. İnsanları ne kadar önemsediğimin kanıtı olan muazzam isim hafızamla adının Doug olduğuna neredeyse emin olduğum aşağıda sol resimde gördüğünüz sempatik ve konuşkan rehberimizle turumuza başladık.

OKUMAYA DEVAM EDİN

Fotoğraf çektim, Seyahat

Yaz

“Travelling is a brutality. It forces you to trust strangers and to lose sight of all that familiar comfort of home and friends. You are constantly off balance. Nothing is yours except the essential things – air, sleep, dreams, the sea, the sky – all things tending towards the eternal or what we imagine of it.” – Cesare Pavese

Günlerin getirdikleri, Kısa kısa

Ve son hafta

Bu hafta da Internet’te gözüme takılanları sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunu son kez yapıyorum. O yüzden umarım beğenirsiniz.

* Down By Law polaroidlerini beğendim.
* Fitzgerald’ı yazarken çekmişler.
* Hakan Malik’in öğrettiği güzel tasarımlı siteden gelsin: New York Writers on the Magic of Central Park
* Respect!
* Sonbahar özlemiyle tutuşuyorum. Kendime son moda bir şemsiye bile almaya çalıştım. Ama ülkemize gelmiyormuş.
* Bundan hoşlanacağını düşündüğüm birkaç arkadaşım var.
*Johnny Depp’in gün geçtikçe yaşlı kızılderili şeflerine benzemesine az da olsa üzülmüyor musunuz?
* Bu kitap çok güzel. (Belki ileride konuşuruz)
* Normalde kitap okumayı ve kitap okuyanları yücelten foto blog girdilerinden çok hoşlanmıyorum. Ama buna güldüğümü saklayacak değilim.
* İtiraf ediyorum bu haftayı sadece bu fotoğrafı sizinle paylaşmak için yazdım. Gördüğüm günden beri çok yakışan altyazısı ekseninde dolaşan tarif edemediğim tuhaf duygular içindeyim. “Uyarmadın” demeyin diye baştan söylüyorum: Hâlâ açmamak için şansınız var. İnat edenler için işte günlerdir içimi kemiren o fotoğraf: Oh tanrım!

Kötü finalle yazıyı bitirmek diye buna denir. Sözün bittiği noktadayız. Bitti.

Sinema

Maratonun ardından

Londra’da geçen filmler maratonunu tamamlayalı çok oldu. Ancak blog güncellemelerini istediğim gibi yapamadım. Bugün sizlere filmlerden geriye kalan birkaç Londra sahnesi ve setinden bahsetmek niyetindeyim.

Alfonso Cuarón’un yakın gelecekte geçen distopik filmi Children of Men‘de çevresel bozulma, terörizm, toplumdaki huzursuzluklarla dolu dünyada tüm bunlar yetmiyormuş gibi “üreyememe” sorununu baş gösterir. Eski bir aktivist olan Theo (Clive Owen), mucizevi bir şekilde hamile kalmış, Afrikalı mülteci Kee’yi kendisi ve bebeği için tehlikeli olan Britanya topraklarından çıkartmak için halen hızlı bir aktivitist olan eski karısı Julian (Julianne Moore) ile işbirliği yapar. Bu çaba sırasında da devlet adına “kurtarılmış sanat eserleriyle” ilgilenen küratör kuzenini görmeye gider.

Kuzenin ve sanat eserlerinin saklandığı görkemli binayı görünce malum sebepten gülümsedim. Michelangelo’nun Davud’unun ve Picasso’nun Guernica’sının kurtarıldığını görüp rahatladığımız bina içi sahnelerinin final sürprizi ise Pink Floyd’un uçan domuzuyla karşılaşmamız oluyor.

Children of Men‘in bu sahneleri Londra’nın güney doğusundaki Battersea’de yer alan Battersea Power Station‘da çekilmiş.

Bana kalırsa bu son sahnede Pink Floyd’un domuzunu görmemiz sadece lokasyona bağlı bir gönderme de değil. Theo ve Nigel camın önüne geldiklerinde Theo “100 yıl sonra bu sanat eserlerine bakacak tek bir insan bile kalmayacak, bu şekilde nasıl devam edebiliyorsun ki?” diye sorar. Animals‘ın kapağı için Waters, George Orwell’ın Hayvan Çiftliği‘nden esinlenmiştir ve Waters’ın domuzu/domuzları da toplumsal hiyerarşinin en üst tabakasını temsil etmektedir. Arkasına domuz ve istasyonun bacasını almış olan Nigel’ın cevabı ortama uygun olur: “Nasıl biliyor musun? Bunu hiç düşünmeyerek”.

OKUMAYA DEVAM EDİN

Günlerin getirdikleri, Kısa kısa

Oku, bak, dinle, gül, izle, düşün

Blogda Londra’daki film setlerinden, Poe’nun gizemli öykülerinden, The Sense of an Ending‘ten ve Boit Kızları’ndan bahsetmediğim bir haftanın daha sonuna geldik. Bugün de kolaya kaçayım ve bu hafta dikkatimi çeken linkleri paylaşayım isterim.

Dinle: Yaz ayları timeless classic’leri dinlemek için en güzel zamanlar bence: green is the colour of her kind/quickness of the eye deceives the mind/envy is the bond between the hopeful and the damned

Gül: The Actors With the Worst On-Screen Love Lives

[Michelle Williams’ heartbreak rundown: Messy, painful divorce (Blue Valentine); Adulterous longing (Take this Waltz); Widowed literally while committing adultery (Incendiary); Cheated on by husband, with another man (Brokeback Mountain); Murdered (Shutter Island); Dated James Van Der Beek (Dawson’s Creek)]

İzle: Böyle insanların varolduğunu bilmek ne kadar güzel: Herb and Dorothy

Bak: Wes Anderson Alphabet

Buna da bak: Holden Caulfield’ın peynirli sandviçi nasıl görünüyordu? Peki Oliver Twist’in bir lokması için yalvardığı yetim yemeği nasıl bir şeydi sizce? Dinah Fried işte bunlara kafayı takmış ve sonuçta ortaya Fictitious Dishes çıkmış.

Birazcık ağla: Teknolojiyi, yeşil çevreyi, değişimi desteklememe rağmen kültürel değerlerin öylece kaybedilmesi beni çok üzüyor (yenilerinin eskilerinin küllerinden doğacağını bile bile gitmesinler, bitmesinler istiyorum): Au Revoir Village Voice

Oku: Yılın yarısı geçmişken Flavorwirecılar 2012 kitaplarını değerlendirmiş.

Düşün: Cohen’e bir kere daha kazandığımızı bırakalım mı?

Bonus: Miranda July’dan gelsin madem. This’s not the first hole (nor will it be the last)

Bu haftasonu çekinmeden eğlenin, çünkü “no one looks stupid, when they’re having fun“. Hepinize iyi haftasonları.