Ben buralara yazar mıydım? Yazardım elbette! Fakat ne zaman buraya hayatın ne kadar yorucu olduÄŸu ve benim ne kadar meÅŸgul olduÄŸumdan mutlaka bahsettiÄŸim bir yazı eklesem üzerime üç kat daha yük biniyor. Ãœnlü bir Türk büyüğü ve canım kardeÅŸimin de sık sık ÅŸikayet ettiÄŸi gibi hayat bizi neden bu kadar yoruyorsun? Niye her ÅŸeyi oluruna bırakmıyorsun? Bugün anlatacaklarımı yazmaya Aralık ayında karar verdim. Åžu anda AÄŸustos’un son günündeyiz. Ä°ÅŸte hayat! Hadi baÅŸlayalım:
Her ÅŸey Amsterdam’daki Stedelijk Müzesi’ni ilk kez ziyaret ettiÄŸim gün baÅŸladı. Hayır, yalan söylüyorum, ikinci ziyaretimde baÅŸladı. Ä°lk ziyaretimde müze restorasyondaydı ve limanın yakınlarındaki ufak bir binada bir fotoÄŸraf sergisi ile ziyaretçilerini ağırlıyordu. Ä°kinci gidiÅŸimde koleksiyonu sonunda görebileceÄŸim için bir hayli heyecanlanmıştım. Bu ziyaretimle ilgili en ilginç nokta ise çıkışta aklımda en çok Jan Sluijters’in görkemli tablosu Bal Tabarin‘in kalması idi. Bal Tabarin, bir zamanlar Paris’in en ünlü ve popüler barlarından biriymiÅŸ. Sluijters de bu barı en çok eÄŸlenilen gecelerden birinde resmetmiÅŸ. Bal Tabarin kadar görkemli tablolardan genelde çok etkilenmem ama renkler ilgimi çekmiÅŸti, dahası örnekleriyle karşılaÅŸmadığım böylesi bir tablonun ismini daha önce duymadığım bir Hollandalı’nın elinden çıkmış olması da bana enteresan gelmiÅŸti. Daha sonraki zamanlarda arada sırada aklıma Bal Tabarin geldi ama ne yalan söyleyeyim, çok da önemsemedim. Bir heyecandı, geçti diyelim.