Bu da nedir diyenler için şurada bir açıklama var.
Son kitabım Bendeki BoÅŸlamayı Gel de Bana Sor‘u yakında tüm seçkin kitabevlerinde bulabileceksiniz. Ama o güne kadar gelin bu durumu zorunlu bir ayrılık, uzun bir iç çekiÅŸ o da olmazsa “insanın kendine ayıracağı zaman mutlaka kaliteli olmalı deÄŸil mi ama cicim” olarak kabul edelim ve Milan Kundera ile büyülü gerçekçiliÄŸe hızlı bir giriÅŸ yapalım.
Gülüşün ve UnutuÅŸun Kitabı’nı bu proje kapsamında tekrar elime aldığım için çok memnunum. Kundera’yı ilk kez okumaya baÅŸladığımda o kadar coÅŸkulu bir sevinç duymuÅŸtum ki bir çok eserini arka arkaya çok kısa bir sürede okumuÅŸtum. Bu yüzden Kundera’nın kitaplarını tek tek deÄŸerlendiremiyordum. Benim için onların hepsi tek bir büyük yapıt gibiydi. Sonuç olarak, yazarın neyi hangi kitabında yazdığını doÄŸru hatırlayabileceÄŸime dair şüphelerim vardı. Oysa aslında öyle deÄŸilmiÅŸ bunu geçen haftalarda gördüm. GVUK’taki en küçük detayları bile hatırlamam beni çok ÅŸaşırttı. Birazcık da hoÅŸuma gittiÄŸini sizden saklamayacağım.
Gayet gerçekçi bir olayı gayet gerçekçi bir dil kullanarak anlatırken imkansız, olaÄŸanüstü ÅŸeylerin olması olarak tanımlayabileceÄŸimiz büyülü gerçekçilik dediÄŸim anda adeta bir kuralmışcasına Güney Amerika edebiyatından yani örneÄŸin Marquez’den veyahut Cortazar’dan bahsetmek zorundayım. Bu bir. Olayın sadece bu kıtayla sınırlı kalmadığını Salman Rüşdi, Günter Grass, yer yer Jeannette Winterson ve elbette ki Milan Kundera’yı sizlere hatırlatarak vurgulamam da bu yazının bir diÄŸer ÅŸartı. Bu da iki.
Açıkçası Ä°kinci Dünya Savaşı sonrası Çek tarihinden bir kesit sunan Gülüşün ve UnutuÅŸun Kitabı‘nın ne kadarını otobiyografi, ne kadarını kurgu, ne kadarını ise belgesel roman olarak algılamam gerektiÄŸini bilemedim, hala da bilemiyorum. Sanki hepsi aynı anda doÄŸruymuÅŸ gibi. 1948 yılında komünizmi sevinçle ülkesine buyur eden fakat kısa bir süre sonra söylememesi gereken bir ÅŸeyleri söylediÄŸi için partiden uzaklaÅŸtırılan Kundera, romanda bize 1950 yılında geçen bir yaz gününü de anlatıyor. O gün bir politikacı ve bir sürrealist sanatçı asılmıştır ve ülkenin gençleri sokaklarda sevinç içinde dans edip ÅŸarkı söylerken Kundera onları uzaktan izlemektedir. Bu dünyanın en sevilen ÅŸairlerinden biri olan Paul Eluard bu idamlara engel olabileceÄŸi halde (ve Kalandra onun arkadaşı olduÄŸu halde) hiçbir ÅŸey yapmamıştır.
Kundera, sokaktaki ÅŸenliÄŸi izlerken bir anda insanların arasında Eluard’ı görür. Åžair, barış ve kardeÅŸlik hakkındaki ÅŸiirlerinden birini coÅŸkuyla okurken dans edenler yavaÅŸ yavaÅŸ göğe yükselmeye baÅŸlarlar. Böyle bir olayın gerçekleÅŸmesi imkansızdır, fakat Kundera o ana kadar durumu ve bu durumun oluÅŸturduÄŸu duyguyu okuyucusuna öylesine iyi bir ÅŸekilde aktarmıştır ki okuyucu fazla bir şüpheye kapılmadan insanların ayaklarının yerden kesildiÄŸine inanır. Yazar, o kadar herkesten uzaklaÅŸmış ve o kadar bir başınadır ki diÄŸerleri “evet uçuyor olabilirler”. Dahası bu insanların ayaklarının yerden kesilmesi ile henüz asılmış olan rejim karşıtlarının ayaklarının yerden kesilmesi arasında kocaman bir tezat vardır ve bu tezat kurguyu daha da güzelleÅŸtirmektedir.
Kundera okumanın hissettirdiÄŸi o garip hazzı hatırlamama sebep olduÄŸu için 10. haftayı sevgiyle uÄŸurluyor ve 11. haftaya yelken açıyorum. 11. haftada bir deÄŸil, iki deÄŸil tam üç kitapla iddialı bir ÅŸekilde burada olacağım: Paul Auster’ın New York Trilogy’si, David Lodge’ın How Far Can You Go? ve Nice Work’ü. Heyecanla beklediÄŸinize emin olduÄŸum gelecek hafta “Ä°simler” konusunda konuÅŸacağız.
O zamana kadar esen kalın -ki bence bir insanın kalabileceği en güzel haldir esenlik.
Hiç yorum yok