“Çoğunluğun dehaların peşinde koştuğu bir dünyada, kendisini toplumdan ayıracak yetenekleri olmamasına ve hatta ileride çok fazla insan tarafından anılmayacak olmasına rağmen döneminde iz bırakmış adamlara ve bu adamların hayatlarını kurcalamayı seven bir azınlığa rastlanabilir.” demiştim bu blog’un ilk yazısında. Ne mutlu bana ki bu yaz “o adamlardan” birini daha buldum: Robert Boit.
Günlükleri ya da aldıkları notlarla yaşadıkları zamanın kültürlerini bizlere ulaştırabilmiş insanlara gizliden gizliye saygı duyarım. Nerede okuduğumu maalesef hatırlayamadığım bir örnek vereceğim. 18. yüzyılın Kuzey Avrupa’sının günlük yemek alışkanlıkları o dönemde yaşamış bir ev hanımının özenli yemek tarifi defteri sayesinde bugün biliniyormuş. Tuttuğu ayrıntılı ama detaylarda boğulmayan günlükleri ile Bob Boit’in de bizlere bazı kapıları açtığı kesin.
Bob Boit ile tanışmama takıntılarımdan biri olan John Singer Sargent’ın Edward Darley Boit’in Kızları isimli tablosu vesile oldu. Yaz başında Erica E. Hirshler’ın Sargent’s Daughters: The Biography of a Painting kitabını aldım. Hirshler bu kitapta Sargent’ı, tablonun yapıldığı zamanın sanat anlayışını, benzer eserleri ve Boit ailesini anlatıyor.
Tablonun sergilendiği Boston Güzel Sanatlar Müzesi’nde çalışan Hirshler bu kitabı büyük ölçüde kızların amcası Bobby Boit’in günlükleri sayesinde yazabilmiş. Hayatlarını seferi bir aile olarak geçirmiş Edward Darley Boit (Ned) ve eşi Isa hem bu gezgin yaşantıları hem de dünya savaşı sebebiyle geride fazla belge bırakmamışlar. Ancak aşağıda güzel kızları Mary ve Georgia ile görülen gerçek bir Boston beyefendisi olan Bob tüm ailenin açığını kapatacak kadar güzel notlar tutmuş.
Bob Boit, ressam olmaya karar verdikten sonra kızları ve eşiyle Avrupa’ya giden ve sonunda Paris’i mesken tutan ağabeyi Ned’i bu şehirde ziyaret ettiğinde gün boyunca yaptıklarıyla ilgili notlar almış. Bu notlar sayesinde Paris’te ekspat hayatı yaşayan Amerikalıların günlük yaşamlarını öğreniyoruz. Örneğin abi-kardeş alışverişin ardından Latin Quartier’de arabayla turluyor, kısa bir yürüyüş için Luxembourg Bahçeleri’nde mola veriyor ve öğle yemeği için o günlerin popüler mekanı Café de la Paix’ye gidiyorlar. Eve dönüp dinlenmelerinin ardından gece arkadaşları opera sanatçısı Emma Eames’i dinliyorlar. Ertesi gün Louvre’u ziyare ediyorlar. Bob Boit müzede sergilenen Van Dyck, Rembrandt, Titian, Rubens ve Velázquez’lerden çok etkileniyor. Öğle ve akşam yemekleri için gene popüler kafelere gidip geceyi Comédie Français’de oyun izleyerek sonlandırıyorlar. Bu yazılanları okuduğumda ilk aklıma gelen “Edward Boit Paris’te bizi de ağırlasın” oldu. Ama bu hayalleri kafamdan atabildiğimde Bobby Boit’in anlattıkları sayesinde toplumun bir seviyesinin kültürel yaşamıyla ilgili ne kadar çok öğrenebildiğime şaşırdım. Kitapta Boit’in kendi ifadelerine de yer verilmiş. Bir örneği buradan okuyabilirsiniz. Bu notların faydalı, kısa ama hiçbir detayı kaçırmayan tarzı beni çok etkiledi.
İtiraf etmem gerekiyor ki kitabın aşağıdaki sayfasına gelene kadar Bob Boit’i sadece takdir etmiştim. Edward’ın evinin detaylı planını çizdiğini gördüğümde ise takdirim saygıya dönüştü. Bob Boit’in günümüzün imkanlarına sahip olduğunu düşünsenize. Neler yapacağını ve geleceğe nasıl faydalı kayıtlar bırakacağını hayal bile edemiyorum.
Bob Boit’in beni bu kadar etkilemesinin sebebi yaptığının doğruluğunu ve geleceğe katkısını görebilmem ve dahası bu mevzu üzerinde uzun zamandır düşünmem herhalde. Her sene yaşadığı caddenin baştan sona fotoğraflarını çekmeye karar verip bunu hiçbir zaman uygulamamış bir insanım. Günlük yaşantımdaki rutinleri kaydetmeyi birçok kere düşündüm ama bir kere bile yapmadım. Ne de olsa bir şeyleri takdir etmenle o şeyleri uygulamaya geçirebilmen arasında fark var. Bob Boit bu sabıra ve hevese sahip olduğu için özel biriymiş.
Son olarak sizinle zaman zaman attığım küçük adımlarımdan birini paylaşmak isterim: Paris’teki en sevdiğim şekerlemeci olan Denise Acabo‘nun defterime çizdiğim krokisi. Denise Acabo kalbimi neden bazı şeylerin sadece “mükemmele yakın” olduğunu açıklayacak mükemmellikte karamellerinin yanı sıra pek sevdiğim menekşeli şekerlemeleri ile çalmış kadındır. Yazdıklarımın yarısının yanlış olması dışında “mükemmele yakın” bir kroki değil mi sizce? (Binlerce yıldır Amerikan topraklarında yaşayan dedelerimin etkisiyle Dennis yazmam bence ufak bir hata. Oysa biliyorum Denise ve hatta Denise!) Bir gün eğer utanmazsam yüzümde hiç görülmemiş aydınlık gülümsemeyle Acabo’ya annemmişcesine sarıldığım fotoğrafı paylaşırım belki de. O güne kadar esenlikler.
[Son not: Yeri geldiği için nicedir aklımda olan başka bir konuya da değineyim. Tüm bu yazdıklarımın çerçevesinde Altıdan Sonra Tiyatro‘dan Onur Kahraman‘ın şu kayıtlarını da beğenmiştim.]
[Kitabın görüntülerinin telif hakları yayıncı kuruluşa aittir. Görseller bilgilendirme amaçlı olarak kullanılmıştır.]
4 Yorum
Adamcağızın özenip bezenip kroki çizmesi beni çok etkiledi. Özellikle pencerelere gösterdiği özen takdiri hak ediyor. Ancak esas göz yaşartıcı olan nokta adamın ölçüleri imperial sistemde yazmış olması. Fransa’da imperial mezura vesair bulma ihtimalinin neredeyse sıfır olduğunu düşünürsek metre olarak ölçüp sonra bir de feet’e çevirmekle uğraşmış demek. Tek kelime ile etkileyici, iki kelime ile çok etkileyici…
Yazının sonundaki Acobo krokisinde ise kalbimi çalan detaylar Moulin Rouge’un özenle kırmızıya boyanmış olması ve sol alttaki “önemsiz bir sokak” ibaresi oldu (ufacık Mouline typosunu saymazsak elbet). Bravossimo!
ben de sizi dikkatiniz için takdir ediyorum Kaptan! Yalnız adamcağız dediğiniz insanın bir zamanlar Boston’ın yarısına sahip olduğunu açıklamak isterim. Ha diyorsanız “bakalım gönlü zengin mi?” ona karışamam.
O kroki tüm iyi niyetiyle o kadar çok typo barındırıyor ki isterseniz hiç kelimelere dökmeyelim. Onu typo’ları ile sevelim. Siz yabancı değilsiniz bu krokiyi neden çizdiğimi de açıklamak isterim: Denise (DENISE!) Acabo’ya her gidişimde iki sokağın kesiştiği noktada durup “bundan mı giriyordum, bundan mı?” diye düşünüyor ve her seferinde yanlış olanından giriyordum. Bir gün olanlar oldu, kafamın tası attı ve ortaya bu kroki çıktı. Sanırım bu hikâyeden üçüncü sokağın neden önemsiz olduğunu çıkartabilmişsinizdir. İyi akşamlar, mutlu yarınlar!
Haklısınız ancak olaya bir de diğer taraftan bakalım. Boston’ın geri kalan yarısı bu adamcağızın değilmiş. Rabbim kimseyi fakirlikle sınamasın…
Peki, iki sokağın kesiştiği yerde her durduğunuzda Dickens – A Tale of Two Cities’e bir selam çakıyor muydunuz? Cevabınız evet ise Denise “DENISE!” Acabo’ya bir dahaki gidişinizde makaronlar benden. Değilse bir kese menekşeli şekerinizi alırım. Hiç darılmaca yok, iş başka arkadaşlık başka.
Zaten diğer yarısı da abisinin karısınınmış. Servet aile içinde kalmış yani, uzağa gitmemiş.
Size bir kutu şekerleme borcum var. Bir ara öderim.