Fransız Teğmenin Kadını’nı ilk okuduğumda eserin filme uyarlandığını bilmiyordum. Daha sonraki yıllarda bu bilgiyi her nasılsa duyduğumda/öğrendiğimde ilk ve tek merak ettiğim Fowles’un filmde kendisini oynayıp oynamadığı oldu. Romanı okumuş olanlarınız biliyordur: Kitabın sonlarına doğru Charles trene biner ve bir süre Fowles ile birlikte seyahat ederler. O bölümü özellikle de Fowles’un Charles’a bakarak kendi kendine “What the devil am I going to do with you?” demesini severim.
Senelerdir filmde Charles ve Fowles’un karşı karşıya oturup oturmadıkları ve Fowles’un anlamlı gözlerle adama bakıp bakmadığı nadir de olsa içimde bir şeyleri kemirse de bu konudaki gerçeği hiç öğrenmedim ve dahası öğrenmeye teşebbüs etmedim. Bu sabah ölümle ilgili (her nedense) ufak bir düşünceye dalmışken aklıma şöyle bir sahne düştü: Yıllar geçmiş, iyice yaşlanmışım. Yatağımda son nefesimi vermek üzere uzanmış bekliyorum. İlla ki beni seven biri elimi tutuyor. Elimi tutan şahsa yavaş hareketlerle biraz daha yaklaşmasını işaret ediyorum ve yüzlerimiz arasında çok küçük bir mesafe kalmışken kısık sesle “John Fowles o filmde sahiden oynadı mı patron?” diye soruyorum ve bu büyük gizemin cevabını öğrenemeden yaşama veda ediyorum.
8 Yorum
“Fransız Teğmenin Kadını”nı kısa bir süredir okumaktayım ve korkarım kısa bir süre sonra da bitecek. Adından olsa gerek (artık nasıl oluyorsa) konusunu hep ağır, kasvetli bir şey sandım (şimdi burada okumadığım Jude the Obscure’u emsal gösterebilirdim ama yapmayacağım – en azından okuyuncaya değin, ki okuyacağımı da sanmıyorum ama yine de hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz / yazı hariç, entel sayıklamalarım ve ben, neyse nokta).
Sonra, senin tam olmasa da epey aksine, benim kitaba ilgim önce filmi vesilesiyle peyda oldu: gidişimizden az önce kutulara kaldırıp, dönüşümüzden epeyce sonra yeterince kitaplık alıp monte ettikten sonra tekrar gün yüzüne çıkardığımız kitaplardan biri olan “Postmodernizm ve Sinema”daki (derleyen ve çevirenler: Sabri Büyükdüvenci, Semire Ruken Öztürk; Ark Yayınları, 1. Baskı 1997) yer alan son makale olan, Joseph Martin imzalı “Karel Reisz’ın Fransız Teğmenin Kadını Filmindeki Postmodernist Oyun” başlıklı makale nice zamandır kafayı taktığım insanın sevdiği kişinin kim olduğunu bırak, kendi kimdir ekseninde izlerken, ki kitabı filme Harold Pinter’ın uyarlamış olması da belki ölüm döşeğinde sorunun cevabını biliyor olmana yol açacaktır (aslında makaleyi okursan da cevabını bulacaksın, okuma o yüzden), şu cümleler bana “tamamdır, getirin okuyacağım” dedirtti:
—————————–
Romanın yayımlanmasından bir on yıl sonra onun perdeye uyarlanması için boş yere çaba harcayanların önünde en büyük engeli oluşturan kuşkusuz Fransız Teğmeninin Kadını’nın anlatıcısıydı; Fowles’a göre Pinter ve Reisz için de büyük bir engel oluşturan bu durum, sonunda çözüme kavuştu. Ayaklı kütüphane Garrulous, gerçekte romanın ana kahramanıdır. Serüvenci okur için, romanın çekiciliğini ve verdiği zevki Garrulous karşılar. Oysa diğer okurlara göre o, romancının sanatsal hilelerini ve okurun bu aldanmadan kaynaklı incinebilirliğini açığa çıkarmak için sık sık öyküyü kesen itici bir kişidir.
—————————–
Anlayacağın ben serüvenci okurmuşum. Neyse, geç oldu şimdi, yarın devam ederim yine (ederim herhalde, yarın olmasa da öbürsü günler var ne de olsa!)
8)
Bambaşka bir yerden lafa giriyor gibi olacağım (olsun, olayım): Tıvaytır’da bir şeyler takip etmeye başladığımdan beri ressamların, heykeltraşların, yazarların ve diğer önemli insanların doğum/ölüm günleri hakkında bilgilendirildiğimi fark ettim. Neredeyse her gün birilerinin doğum gününü kutluyor ya da ölümlerine üzülüyoruz. Daha birkaç gün önce de Waterstones ve türevleri John Fowles’u andılar. Ben de “vay canına gideli sekiz sene olmuş.” diye düşündüm. Bundan sonrası aramızda kalsın: Bir arkadaşımla öldüğü gün uzun uzun hakkında konuşmuştuk. O arkadaşımla o günden beri konuşmuyor olabilirim, o yüzden “vay canına sekiz senedir konuşmamışız. Artık bir arasam iyi olacak” diye de düşündüm (ama aramadım).
Benim de olmadığı bir şeyler sandığım için okumadığım çok kitap var. Seni çok iyi anlıyorum bu konuda.
Alıntına göre ben de serüvenci okurmuşum. Yazdıklarını okudukça “izlesem mi?” ikilemim depreşmeye başladı. Sen eğer devamı gelecekse yorumuna devam et, ben ona göre bir karar vereyim diyorum :)
Geçen bölümün özeti: kendi bloguna yazamayacak kadar tembel bir varlık olan EST(35+) çareyi başka bloglara yorumlar yazmakta bulur… Elbet bir gün o da imrendiği bu bloglardaki gibi bir giriş yazacaktır.
İşin kötüsü ne yazacağımı, asıl konuyu, punch line’ı filan hatırlayamadım, neyse, mırıldanmaya başlayayım belki yazdıkça açılırım…
Bahsettiği tren sahnesinin bir benzeri devasa, “hulomnious” (böyle bir sıfat olduğunu sanmıyorum, bizzat kendim uydurmaya çalıştım, inşallah yoktur gerçekten de, bilinçaltımın son dakika bir işgüzarlığı değildir, vs..) 13. bölüm beni benden aldı — yani tabii o zamana kadar aralarda anlatıcı çıkıp çıkıp “ce-eee!” yapıyordu ama bunun böylesi aymazca, arsızca yapılıyor oluşu (“we’re living in the times of Barthes and Robes-Grillet” mealinde bir şeyler dediği de burasıydı sanırsam) bu tuscaloosa kalpçiğimi yaktı… gerçi -elbet- bir gün kendi bloguma yazacağım bir girişte uzun uzun alıntılayacağım ama yine de kendimi tutamayıp:
“(…)perhaps Charles is myself disguised. Perhaps it is only a game. Modern women like Sarah exist, and I have never understood them.(…) When Charles left Sarah on her cliff edge, I ordered him to walk stra,ght back to Lyme Regis. But he did not; he gratuitously turned and went down to the Dairy.”
Filmde büyük, çok büyük bir ihtimalle o tren sahnesi yok (burada söyleyip de spoil etmek istemediğim bir başka “yenilikten” ötürü — Looking For Richard’ı seyretmiş miydin bu arada, güzel bir çalışmadır). Ama filmden şöyle bir sahne sanırım görme isteğini epey ateşleyecektir (bakalım yorumlara resim alabiliyor muyuz):
(resim çıkmazsa bu da linki: http://netflowers.files.wordpress.com/2012/05/meryl-streep-the-french-lieutenants-woman-1981_gallery_primary-300×206.jpg?w=248&h=206&crop=1 )
Bu beni hep şaşırtan bir şey – yani ünlü/popüler olan birinin niyeyse başarısız olması gerektiğini düşünegelirim. Klasik müzikte mesela bu tam tersi, ama oyunculukta da -kimi zaman- öyle oluyor: Meryl Streep’in büyük oyuncu olması, sahiden de büyük oyuncu olduğundan olsa gerek ve bu garip geliyor (tabii bunda oynadığı nice nice dandik rollerin de etkisi vardır sanırım, ama Robert de Niro da, Al Pacino da, hangimiz bu günahı işlemedik ki şu ya da bu film(ler)de…).
Başka? Aklımda bunlar var şimdilik, şimdi arkadaş (Barış) aradı, pikniğe çıkıyoruz. Kitap çok büyük bir falso olmazsa hayatımın kitaplarından olacak, ben EST, 35+ yaşındayım, Ankara’dan yazıyorum.
Merhaba EST, 35+, Ankara.
1. Looking for Richard’ı izlemedim. Merak ettim, izleyeyim (şu anda davnlingen). Biraz baktım, bu filme benzeyen izlediğim en yakın şey A Cock and Bull Story idi. Ama çok da yakın değiller galiba.
2. Fransız Teğmenin Kadını’nı böyle giderse izlemem gerekecek, bu durumda bana ölmeden hemen önce kafaya takacak başka bir konu borçlu olacaksın. Şimdiden düşünmeye başlasan iyi olur diye baştan uyarıyorum.
3. Michael Cunnigham’ın The Hours’unda Clarissa (Mrs. Dalloway) yürüyüşe çıktığında bir film setine denk gelir ve tam o sırada karavanın kapısı açılır, dışarı Meryl Streep çıkar.
Filmde Clarissa’yı Meryl Streep oynayınca durum ne kadar karışmıştır acaba diye düşünmüştüm. Dahası kapı açılsa ve karavanın kapısında Meryl Streep “as herself” olarak görünse yani Meryl Streep, Meryl Streep’i görse falan gibi hayallerim vardı. (Streep Streep’e Karşı) Olmadı galiba öyle bir şey. Hatırlamıyorum, olsa hatırlardım.
4. Streep’le ilgili önceki sene çok ileri geri konuştum. Her ödül töreninde (Bafta, Oscar vs) ödül aldı, ödülü bir önceki senenin en iyi aktörü verdi, bir önceki senenin en iyi aktörü (tüm ödüllerde) Colin Firth idi ve (o) kadın her seferinde ama her seferinde Colin Firth’ü öptü. (Her seferinde öptü! Her seferinde!)
çok da uzatmamak lazım: ne de olsa misafirliğin de bir tadı var, bir de kalkma zamanı…
(maddeleme fikri iyiymiş, o halde-
1) İnsanın kendisini oynaması veya kendisinin oynadığı bir rolle ilgili yine kendisinin oynadığı bir rolle ilgili yorumu vs.. için: http://www.emresururi.com/blogs/sururi/index.php?msg=4768 (colin firth bonusu için de bkz. ilk yorum)
2) daha fenası (ennn), kendisinin başka birini oynadığı bir rolde başka birinin kendisini oynaması için:
Synecdoche, NY üzerinden http://www.emresururi.com/blogs/sururi/index.php?msg=4423
3) benim ölmeden önce değil de, öldükten sonra kafayı taktığım (takacağım) çok soru var, o yüzden hazırlıklı gidiyorum.
4) Kitabı dijital ortamda okuyorum ama aşırı şekilde bulundurmak istedim, (İngilizce yeni baskısı 27 TL idi), nadirkitap.com eliyle dijital sahaflara uzandım, bulamadım (olanlar çoktan satılmış), sonra Fowles’un adını vererek arattım, “FRENGH LIEUTENANT’S WOMAN” adıyla kaydedilmiş bir tane buldum [http://www.nadirkitap.com/the-frengh-lieutenant-s-woman-john-fowles-kitap3194693.html] (sen o zor mu zor “lieutenant” kelimesini doğru yaz da, “French”de takıl, olacak iş mi!), 7TL idi ısmarladım, cuma geldi, Amerika’daki 1. baskı paperback, misler gibi de kokuyor (kargo poşetini açtığımda ilk geldi o güzelim kitap kokusu, şimdi aralarda açıp kokluyorum).
5) Şu baştaki maddelerin bir ihtimal dijital ortamdaki yansıması için, benim de daha az evvel haberimin olduğu:
http://en.wikipedia.org/wiki/Stanley_Parable
buradan da oyunun kendisi görülebilir:
http://www.youtube.com/watch?v=ofOp4_iRUk4
—-
bu da çok büyük bir ihtimalle konu (ve civar köyler) hakkındaki son yorumumdu, sevgiler, selamlar, sururi over & out.
Berbat bir ev sahibi olduğum söylenir, umarım memnun kalmışsındır diyeyim o zaman ben de :)
Bilakis, kek şimdiye kadar yediğim en güzel keklerden biri idi, keza çay da öyle (i.e. “yediğim en güzel keklerden biri idi”). Ben de misafirliğimi bilsem de şöyle bir “hoşçakal!” dedikten sonra gidebilsem — iki dakika sonra kapıyı geri çal: “sanırım anahtarımı sizde unutmuşum, ah teşekkürler, tekrardan hoşçakal… (10 dakika sonra) ah, yine ben, yolda giderken fark ettim (tam da otobüse binmiştim), bu sefer de telefonumu bulamadım… bir çaldırabilir misin acaba? aaa, cebimden geliyor ses… nasıl da fark etmemişim, seni de tekrardan rahatsız ettim, bu sefer son, haydi hoşçakal, bir kez daha çok teşekkür ederim…” :P
Dün yukarıdakileri (önceki yorumları) yazıp yattıktan sonra, çok da lazımmış gibi “ah!” dedim, “tren, yazarın kendisi, kurgunun açık edilmesi… Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı’nı öne sürecektim – hele de o son iki-üç bölümü…”. Sen yanlış hatırlamıyorsam seversin Nabokov’u, ben sevmeme galiba (S.K.G.Y. aşırı bir marifetlerini amcalara gösterme çalışması olmuştu; yakın zamanda okumayı planladığım Luzhin Defansı ile bu V.N.’nin bu ayıbını biraz kapatmaya çalışacağım..).
(“bu sefer son, haydi hoşçakal”)
Ben severim Nabokov’u doğru. Marifetli buluyorum kendisini :)
Bu olmadı, bir dahaki sefer yatıya bekliyoruz bu durumda.