Geçen yaz başında en sevdiğim Goya kitabının yazarı olan Avustralyalı sanat tarihçisi Robert Hughes’un bütün kitaplarını okumaya bir kere daha karar verdim. Bu, bu kararı son beş sene içinde dördüncü ya da beşinci kez verişim olduğundan, uygulamaya geçmeyi çok önemsedim ve aynı gün Hughes’un Roma’yı anlattığı adından kesinlikle anlaşılamayan Rome isimli kitabını satın aldım. Kitabı güneşli bir günde, sıcaktan ustalıkla kaçarak ulaştığım büyük ağaçlarla kaplı mahalle parkımızda okumaya başladım ve yaz boyunca okumaya devam ettim.
Bu kitap, Hughes’la ilgili önyargılarımın pekişmesini de sağladı. Yazdığı makalelerdeki katılmadığım fikirlerinde bile beni gülümseten bu adamla tanışıp görüşsek çok eğlenebileceğimizi düşündüm. Hughes, bana takılmasından zevk alacağım o nadir insanlardan biriydi.
Kitabı bahane ederek gittiğim Roma’da, bir Campo di Fiori akşam üstünde, çağına göre cesur ve aykırı fikirlerini yüksek sesle dile getirdiği için bu meydanda yakılarak susturulan Giordano Bruno‘nun heykelinin karşısında otururken aklıma gene Hughes geldi. Bruno’nun gölgelediği o meydanda herkes mutluydu, gülüyordu, eğleniyordu. Oysa ne diyordu Hughes:
“The Campo di Fiori with its statue of Giordino Bruno, has been holy ground to me ever since I first encountered it, in ignorance, and I seldom fail to visit it and reflect on what it represents.”
Ben bu düşüncelere dalmışken, yan tarafımda oturan Amerikalı kız panikle çantasının çalındığını fark etti. O kadar üzgün ve çaresizdi ki “Lütfen üzülme. Bu meydanda bir çantanın çalınmasından çok daha korkunç suçlar işlendi.” demeye cesaret edemedim. Ben edemedim ama biliyordum ki Hughes olsaydı ederdi.
Son olarak, Londra’da açılan Damien Hirst sergisini ziyaret ettiğimde aklımda yine Hughes vardı. Hirst hakkında “Böylesine az yetenek ve bu kadar çok paranın birlikte ortaya çıkarttıklarına inanamıyorum” ve “Bir koleksiyonda Hirst’ün varlığı, zevk yoksunluğunun mutlak bir işaretidir” gibi yorumları olan yazarla sergiyi dolaşmanın nasıl bir şey olacağını hayal etmeye çalıştım. En büyük sürpriz ise sergi sebebiyle açılmış dükkandaydı. Tüm o Hirst hediyelik eşyaları ve kitaplarının ortasına Hughes’un meşhur kitabı The Shock of the New‘inin yerleştirilmesi bence İngiliz mizahına nefis bir örnek olmuştu. Bunu komik bulan başkaları da var mı diye çevreme bakındım ama göremedim. Hughes ile arkadaş olmuş olsak o anda onu aramak ne kadar zevkli olacaktı.
Yaz sonunda, mevsimi ne kadar da Robert Hughes dolu geçirdiğimi düşünmem bana yazarın yeni işler yapıp yapmadığını merak ettirdi. Internet’ten adını arattığımda çok ama çok üzücü bir haberle karşılaştım. Hughes, 6 Ağustos’ta uzun süredir boğuştuğu ölüme yenik düşmüştü. Beni birazcık tanıyanlar, ölenlerin ardından durumu kişiselleştirerek gereksiz pay çıkaran insanlardan hoşlanmadığımı da bilirler. Ama yine de ben günlerimi bu kadar Hughes ile dolu, hayal dünyamda onunla şakalaşıp eğlenerek geçirirken, onun ölüyor olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.
Robert Hughes, acı içinde, sessizce ölürken ben onun kitaplarını gözden geçiriyor, Rome‘un bana ulaşmasına seviniyor, parkta kitabı okuyor, kitabın peşine takılıp şehri ziyaret ediyor, bir sergiyi Hughes’la gezdiğimi düşlüyor ve hayal dünyamda onunla şakalaşıyordum. Ne tuhaf değil mi?
Hiç yorum yok