Diyeceğim, bunca okuldan bunca yerden ayrıldım da bir kez olsun ayrıldığımı anlayamadım. Tiksinirim bundan. Ayrılığın üzüntülü ya da kötü olması umurumda değil, ama bir yerden ayrıldım mı oradan ayrıldığımı bilmeliyim. Bilmezseniz, daha çok koyar insana.
J.D. Salinger ile tanışmama size daha önce de bahsettiÄŸim derginin ilk sayısı vesile olmuÅŸtu. Pek çoÄŸunuzun aksine yazarın ilk okuduÄŸum kitabı The Catcher in the Rye deÄŸil, dergide yeni çıktığı için reklamı yapılan Dokuz Öykü‘ydü. Bu haftaki okumalar için elimdeki Salinger külliyatını tekrar ortaya döktüğümde hatırlamadığım detaylar ortaya çıktı. ÖrneÄŸin kitabı Zonguldak’taki Gençler Sahaf isimli bir dükkandan almışım (Dokuz Öykü‘nün içinden kitabın reklamının olduÄŸu bir ayraç çıktı. Ãœzerine kocaman harflerle “Zonguldak Hatırası” yazmışım). O günleri düşündüğümde ÅŸehri ziyaret etmiÅŸ olmam garip gelmedi. Ama aynı ÅŸeyi bu kitabı oradan almış olmam için söyleyemeyeceÄŸim. Åžimdi düşünüyorum da Salinger’ın bendeki ilk intibası “dehÅŸetli” bir beÄŸeni olmuÅŸ olmalı. Çünkü Dokuz Öykü‘yü Burcu’ya okuması için verdiÄŸimi hatırlıyorum. Burcu o günlerini Asimov dünyasında kaybolarak geçiren bir arkadaşımdı ve ünlü bilimkurgu kitaplarını keÅŸfetmekle meÅŸgul bu gence türü bilimkurgu olmayan bir kitabı okuması için tavsiye (ve muhtemelen ısrar) ediyorsam o kitaba “aşırı derecede” güveniyor olmam gerekiyordu.
Sonrasında, o günlerimde taklit ettiÄŸim kuzenimin kitapları arasında Gönülçelen‘i bulmuÅŸ ve tanıdık bir yazarla karşılaÅŸmanın verdiÄŸi sevinçle okumuÅŸtum romanı. DiÄŸer eserlerini nerede ve nasıl okuduÄŸumu hatırlamasam da 20 yaşımdan önce Salinger’ları bitirdiÄŸime eminim. Birkaç sene evvel, bir anda hissettiÄŸim bir coÅŸkuyla The Catcher in the Rye‘ı bir kere daha elime almıştım. Aslına bakacak olursanız Salinger arada bir geri dönüp tekrar tekrar okuyabileceÄŸiniz öyküler anlatmış hep.
Salinger’ın kendi seçimi olan erken inzivası ve az sayıdaki yayınlanmış eserinin aramıza bir mesafe koyduÄŸunu yalanlayacak deÄŸilim. Gene de yaÅŸamımın farklı zamanlarında Salingervari ÅŸeylerden hoÅŸlanmaktan geri durmadım. Igby Goes Down‘u ÅŸevkle izlememin ya da daha birkaç sene önce hem Naïve.Super‘i hem de The perks of Being a Wallflower‘ı size tavsiye etmemin tek sebebinin Salinger tarzını hatırlatıcı ÅŸeylere duyduÄŸum ilgi olduÄŸu bir gerçek (En sevdiÄŸim Bernie Rhodenbarr macerasının The Burglar in the Rye olması da sadece Lawrence Block’ın yazınsal baÅŸarısı olmasa gerek). Yazarın ölüm haberini aldığımda hissettiÄŸim duygu ise sevgiyle karışık saygı duyduÄŸum uzak bir tanıdığın ölümü karşısında hissedebileceÄŸim buruk bir kırıklık oldu. Salinger, yazdıklarını artık okuyucusuyla paylaÅŸmamaya karar vermesiyle bir sonraki kitabını heyecanla beklediÄŸin, bilerek ya da bilmeden aldığın dergilerde yeni hikâyesini gördüğünde sevindiÄŸin, makalelerini senin kadar onu sevdiÄŸini bildiklerinle paylaÅŸtığın, herhangi bir güncel olay hakkında kulağına bir cümlesi çalındığında gülümsediÄŸin, önemsiz olduÄŸunu bilmene raÄŸmen aldığı ödülleri kimseye çaktırmadan alkışladığın insan olmamayı tercih etmiÅŸti. Salinger, tamamen tek taraflı olarak yıllar yıllar önce “Åžu bizim Salinger” olmamayı seçmiÅŸti. Ölümü, kontrolünün dışında da olsa seneler sonra kendisiyle ilgili okuruyla paylaÅŸtığı yepyeni bir ÅŸey oldu. Çıkartılan tantananın büyüklüğünde bunun da etkisi olduÄŸunu düşünüyorum. Okuyucusu giderayak onun istemediÄŸi o statüyü -Åžu bizim Salingerlığı- yazara geri vermeye çalıştı. Bence baÅŸaramadı, bundan sonra yaÅŸanacaklar da yazarın yarattığı Salinger yoksunluÄŸunu deÄŸiÅŸtiremeyecek.
Biraz da “Teenage Skaz”dan bahsederek bu haftayı tamamlamak isterim. Rusça kökenli bir kelime olan skaz birinci tekil ÅŸahsın olayları yazı dilinden ziyade konuÅŸma diliyle anlatması manasına geliyor. Bu tarzda yazılmış romanların bir diÄŸer ayırt edici özelliÄŸi ise anlatıcının kendisinden “ben” diye bahsederken okuyucusuna “sen” diye seslenmesidir. Lodge, ABD’li yazarların skaz’ı Ä°ngiliz ve Avrupa edebiyat geleneÄŸinden kaçış yolu olarak kullandıklarını söylemiÅŸ. Bunu ilk yapan da Huckleberry Finn ile Mark Twain olmuÅŸ. Huck Finn’in mirasçısı olan Holden Caulfield‘ın roman boyunca sürdürdüğü anlatım tarzına baktığımızda sık sık tekrarlar yaptığını, duygularını gençlere özgü abartılı sıfatlarla ifade ettiÄŸini, kısa ve tamamlanmamış cümleler kurduÄŸunu, konuÅŸurken yapılabilecek dilbilgisi hatalarına sık sık düştüğünü görebiliyoruz. Salinger’ın kullandığı bu tarz okuyucunun dikkatini roman üzerinde yoÄŸunlaÅŸtırmasına büyük katkı saÄŸladığı gibi eseri ilginç hale getiren faktör de oluyor. Salinger, bütün kısıtlamalarına raÄŸmen (metaforlardan sakınma, edebi bir yazın dili kullanamama gibi) on yedi yaşında New Yorklu bir ergeni kendisine anlatıcı olarak seçmiÅŸ. The Catcher in the Rye‘ın “teenage skaz”ın baÅŸarıyla uygulandığı bir roman olduÄŸunun en büyük kanıtı ise romanın son 60 yılda efsane halini almış olmasıdır herhalde.
Haftaya (birkaç gün içinde) Vladimir Nabokov’un Lolita‘sını Fancy Prose (tumturaklı düzyazı üslubu)[1] konusuna örnek olduÄŸu için konuÅŸacağız. Lolita ne harika bir roman ama deÄŸil mi?
[1] Fancy Prose’a “süslü düzyazı” demeyi düşünüyordum ama Fatih Özgüven’in bu ÅŸekilde çevirdiÄŸini görünce “tumturaklı düzyazı”yı kullanmaya karar verdim.
2 Yorum
Sayın Bahar Malik Guzelonlu,
Soldaki hanfendi açık sarı ona gibi geldi bana numara yapıyor olabilir. Belki de ununu elemiş eleğini asmıştır çoktan, kim bilir :)
Her ne olursa olsun yaptıkları, tren yolculuğunu kıskandığımı açıkca ifade edeyim.
Bugün sende ekstra bir tren sevgisi olduğu dikkatimden kaçmadı zaten.